Basında Dünyanın Renkleri

Etiyopya Lalibela’nın Kutsal Sandığı

SELCEN KÜÇÜKÜSTEL / Mart 2014 / Atlas Coğrafya ve Keşif




UNESCO’nun Dünya Kültür Mirası listesine aldığı Lalibela’daki kayalara oyulmuş kiliselerin bulunduğu vadi, Etiyopya Hıristiyanlarının kutsal saydığı bir bölge. Kilise görevlileri beyaz kıyafetleri üzerine, mensup oldukları kiliseyi temsilen bir kuşak bağlıyorlar. Bu din görevlisi ibadet saatine kadar çanları çalmak için bekliyor (solda). Etiyopya’nın kuzeyinde Lasta Dağları arasında yer alan Lalibela şehrine gelen Hıristiyan hacılar bölgedeki tarihi kiliseleri gün içinde dolaşarak ibadet ediyorlar



Etiyopya uçağına binerken, kapıda biletleri kontrol eden görevli, “Etiyopya’da ne işiniz var” diye gülerek sormuştu. Belki birçok kişi için Afrika’nın ziyaret edilmesi pek düşünülmeyen, bir şekilde kulağa “açlık, kuraklık” gibi kavramlarla beraber gelen ülkesiydi Etiyopya. İşin doğrusu, birçok ülke için insanların benzer önyargılarına alışkın olduğum için kapıdaki görevliye gülüp geçtim. Ancak ben bile hayatımda beni en çok şaşırtacak olan, kafamdaki imgenin çok ötesinde sürprizlerle dolu bir ülkeye gidiyor olduğumun farkında değildim.
Seyahat şirketi Koptur’un konuğu olarak başkent Addis Ababa’ya indiğimizde, saat çoktan gece yarısını geçtiği için direkt otelimize gitmiştik. Ertesi gün başkentte geçireceğimiz bir günümüz vardı ve ilk şaşkınlığım










burada başlamıştı. Normalde büyük şehirlerden pek hoşlanmam, ancak Addis Ababa geniş caddeleri, yeşil sokakları ile çok güzel gözüküyordu. Gün içinde şehrin önemli birkaç kilisesini ve müzesini ziyaret edecektik. Etiyopya’nın kültürel, biyolojik ve tarihi çeşitlilik açısından, tek bir ziyarette anlaşılamayacak kadar çok heyecan verici yanı var. Bu yüzden ben bu yazıda olayın sadece bir boyutunu ele alacağım. Uçağa binerken görevlinin sorduğu gibi, henüz birkaç gün önce Etiyopya’ya gideceğimi öğrenen bir akrabam, “Orada ne var ki” diye sormuştu. Cevap olarak ise sadece “Habeşistan” dediğimde “Oo tabii orası çok önemli bir yer” demişti. Dolayısıyla bu yazıda size Habeşistan’ı anlatacağım diyerek başlayabilirim. Etiyopya’yı diğer Afrika ülkelerinden farklı kılan en önemli özelliklerinden biri Hıristiyanlığın buraya milattan sonra birinci yüzyıl kadar eski bir zamanda gelmiş olması. Bu tarih Hıristiyanlığın


Avrupa’ya yayılmasından bile daha eski bir zaman ve çeşitli kaynaklara göre Etiyopya ilk Hıristiyan uluslardan biri olabilir. Zaten dördüncü yüzyılda Hıristiyanlığı resmi olarak devlet dini kabul eden ilk imparatorluk. Çok sonraları Hıristiyanlığı misyonerlerin baskısı ve zoruyla kabul eden diğer Afrika ülkelerine göre bu durumun nasıl bir farklılığa yol açtığını yolculuğumuz esnasında açıkça görmüştük. Bunun yanında Etiyopya, Avrupalı sömürgeci güçleri yenip, bağımsızlığını ilan eden ilk Afrika ülkesi. Belki de beni en çok şaşırtan ve Etiyopya’yı kafamdaki imgelerin çok ötesinde bir yer yapan şey tüm bunlar birleştiğinde ortaya çıkan kendinden emin ve gururlu Etiyopyalılar olmuştu. Burada sömürge yönetimleri altında ezilmiş ve kültürel, ekonomik açıdan sömürülmüş bir halk yerine, kendi kimliğiyle barışık, kendine güvenen insanlar vardı. Addis Ababa’da ziyaret ettiğimiz kiliselerden sonra ertesi gün 700 kilometre kuzeyde, Hıristiyanlık açısından ülkenin en kutsal yeri sayılan Lalibela’ya doğru uçakla yola çıktık. Hem buradaki kayalara gömülü eski kiliseleri ziyaret edecek, hem de büyük bir festival olan ve ülkenin her yerinde kutlanan Timkat Festivali’ne bu kutsal şehirde katılacaktık. Uçak Lalibela’ya indiğinde bizi bekleyen araçla otelimize doğru yola çıktık. Yol üzerinde çok nadir olarak başka araçlarla karşılaşıyorduk, kırsal bölgede en yaygın ulaşım yöntemi yürümek ve eşek sırtında yolculuktu. Timkat Festivali yaklaştığı için insanlar akın akın kasabadaki pazara yürüyorlardı. Lalibela, kayalara oyulmuş kiliseleri ile Unesco Dünya Kültür Mirası listesinde ve Etiyopya’nın en kutsal kabul edilen yerlerinden biri. Kasabaya ve buradaki kiliselere ismini veren Zagve Kralı Lalibela, doğumundaki mucizeler ve yaptıkları dolayısıyla ülkede oldukça önemsenen bir isim. Kasabanın eski ismi Roha.



Efsaneye göre, 12. yüzyılın başlarında dünyaya gelen ve ileride kral olacak bebeğin doğumunda etrafı bir arı bulutu tarafından sarılmış. Bu bulutun arasından ona ileride hizmet edecek olan askerleri gören annesi, bebeğe Agav dilinde “egemenliği arılar tarafından onaylanan” anlamına gelen Lalibela adını verir. Lalibela dine ve maneviyata oldukça bağlı, mütevazı bir kral olur ve krallığı esnasında tüf bloklarına oyulmuş 11 adet kilisenin yapılması için emir verir. Bu kiliselerin yapımındaki en önemli amaçlardan biri, Müslümanlarla yaşanan çatışmalardan dolayı tehlikeli hale gelen Kudüs yolculuğu yerine, Kudüs’ün kutsal mekânlarının benzerlerini buraya yapıp, insanları hac için bölgeye çekmektir. Hıristiyanların hac ziyaretlerini burada gerçekleştirmelerini sağlamak amacıyla doğudaki kiliselerin tüm mimari detayları burada kullanılmıştır. Bir galeri ve altgeçit sistemi ile birbirine bağlı olan bu kutsalyapılar, Ürdün adı verilmiş bir nehrin iki kıyısı arasında yer almaktadır. Kral Lalibela’nın Kudüs dışında bir hac merkezi yaratma hayali tam olarak gerçekleşmemiş olsa da, Lalibela yakın coğrafyadaki Hıristiyanların ziyaret etmek istediği kutsal bir yer haline zamanla gelmiş. Gittiğimiz kiliselerden birinde, şehri ziyarete gelen orta yaşlı bir adama Lalibela kasabası hakkındaki fikirlerini sorduğumda şöyle demişti: “Benim en büyük gayelerimden biri olan Kudüs’teki kutsal yerlere gitmem mümkün değil ancak Lalibela’ya gelerek bu hayalimi kısmen de olsa gerçekleştirebildiğimi düşünüyorum. Kral Lalibela buradaki kiliseleri ziyaret edenlerin Kudüs’e gitmiş hacılar kadar kutsandıklarını düşünüyormuş.” “Kral Lalibela’nın burayı Kudüs’e benzeterek iyi bir şey yaptığını düşünüyorsun yani.” “Evet, tabii ki. O dinine bağlı, sıra dışı bir kralmış.



Kendine saraylar inşa etmek yerine, birçok kilise yaptırmayı tercih etmiş ve bu amacında melekler ona yardım etmiş” dedi. Lalibela’da gerçekten de kral hakkında birçok hikâye kulaktan kulağa nesiller boyu aktarılarak efsane haline gelmiş. Özellikle kralın dünyevi zenginlikleri önemsemeyişi ve mütevazılığı anlatılan hikâyelerin başında geliyordu. Hatta söylentiye göre, kuraklık zamanı gelip yardım isteyen insanlara Kral Lalibela, kendilerine verecek hiçbir şeyi olmadığını ama isterlerse oğlunu satmaları için onlara verebileceğini söylemiş. Gün boyu kimi tepelerin üstünde, kimi yeraltında olan birçok kaya kilisesini gezmiştik. Kiliselerin etkileyici yapıları, mimarileri ve mistik atmosferi gerçekten de Kral Lalibela’ya meleklerin yardım etmiş olabileceğine insanı inandırıyordu.
Ertesi gün yıl boyu beklenen Timkat kutlamaları olduğu için kiliselerde gözle görülür bir hareketlilik vardı. Ziyaret ettiğimiz kiliselerin hepsi çok etkileyici olsa da, yukarıdan bakıldığında haç şeklinde gözüken ve yerin altındaki kayalara oyulmuş olan Aziz George Kilisesi bana göre en büyüleyici olanıydı. Etiyopya kaya kiliseleriyle ünlü olan nadir yerlerden biriydi ve kiliselerin izole konumları, kendilerini dünya işlerinden çekip inzivaya çekilmek isteyen papazlar için gerçekten de oldukça uygun gözüküyordu. Bütün gün Lalibela’daki kiliseleri gezdikten sonra, ertesi gün gerçekleşecek olan Timkat kutlamalarına hazır olmak için hava kararınca otelimize döndük. Buradaki halk gece boyunca dua okuyup nehir kenarında kalacak ve ertesi gün sabah beş civarı başlayacak olan törene gidecekti. Her yıl 19 Ocak’ta kutlanan Timkat, İsa’nın Ürdün Nehri’nde vaftiz edilişinin temsili olarak kutlanması amacıyla yapılan bir festival. Aslında buna festival demek belki pek doğru değil, dini bir bayram da diyebiliriz. İsa’nın vaftiz edilmesini konu alan kutlamaların en belirgin yanlarından biri bu vaftizin yeniden canlandırılması. Etiyopya efsanesine göre, on emir levhalarını barındıran Ahit Sandığı, İÖ 10. yüzyılda Hz. Süleyman ile Saba Melikesi’nin oğlu I. Menelik tarafından Kudüs’ten kaçırılıp Etiyopya’nın kuzeyinde bulunan Aksum’a getirilmiş. Bugün Zion Meryem Kilisesi’nde saklandığı söylenen “Ahit Sandığı”nı, kilisenin başpapazı dışında kimse göremezmiş. Gerçekten bu sandığın olup olmadığı büyük bir tartışma konusu olmakla birlikte, Hıristiyanların yıllarca aradığı kayıp kutsal sandığın Etiyopya’daki bir kilisede saklı olma ihtimali Hıristiyan dünyası için burayı önemli kılıyor. Akşam otelde yerel rehberimiz Michael’e kutlamaların nasıl yapıldığı sorduğumda şöyle anlatmıştı; “Timkat esnasında, Etiyopya’daki bütün kiliselerde bulunan kutsal Ahit Sandığı’nın temsili olan tabutlar, kumaşlara sarılarak papazların kafasında geçit törenine taşınır. Tören sabaha karşı tabutların getirilmesiyle bir su başında yapılıyor. Piskopos, suya batırılmış altın bir haç yardımıyla, yanan kutsanmış bir kandili suda söndürerek Ürdün Nehri’ni sembolize eden su havuzunu kutsar. Kutsanan su, sembolik olarak vaftiz yeminlerinin yenilenmesi için halka sıçratılır. Kutlamaların en önemli kısmı bu.” Ertesi gün sabah dörtte kalkıp tören geçidinin yapılacağı yere kurulan iskelede yer kapmak için kalabalığın arasına girmiştik. Biz erken kalktığımızı sanırken, bizden çok daha önce davranmış birçok kişi olduğunu gördüğümüzde ise yer kapma kavgasına mecburen biz de dahil olmuştuk.


Timkat Festivali her yıl 19-21 Ocak’ta, yani İsa’nın doğumundan 12 gün sonra, Ortodoks Tewahedo Kilisesi’nce düzenleniyor. Ürdün Nehri’nde İsa’nın vaftiz edilişi canlandırılıyor. Bu canlandırma sırasında halk havuzlara giriyor ve birbirlerini vaftiz suyu ile ıslatıyorlar (üstte ve altta). “Kavga” kelimesini kullanıyorum çünkü töreni izlemeye gelen yabancı turistler kelimenin tam anlamıyla yer kapmak için birbirleriyle kavga ediyorlardı. Ancak iskelenin altındaki alanda beyazlar giymiş olan halk büyük bir sükûnet ve heyecan içinde gelecek olan sandıkları beklemekteydi. Vakit yaklaştığında, alana gelen papazlara eşlik eden binlerce insan coşku içinde dua ediyor ve şarkı söylüyordu. Papazlar rengârenk kadife ve saten tören giysileri ve pullarla süslenmiş şemsiyeleriyle alana girdiğinde büyük bir heyecan hissedildi. Yanımda ayakta duran yaşlı kadın kalabalığa aldırmadan kendinden geçmiş bir şekilde müziğe eşlik ediyor ve dua ediyordu. Papazlar kutsal suyun başına gidip dua ettiler ve tören alanında geçit oluşturup yürümeye başladılar. Yaklaşık iki saat süren tören gitgide kalabalıklaşıyordu. En sonunda başpiskopos olduğunu tahmin ettiğim bir papaz elindeki haçı gene haç şeklinde olan havuza daldırdı ve yanan bir tütsüyü de suya batırdıktan sonra havuzdaki sudan papazlara sıçrattı. Bu andan sonra kalabalıktan çığlıklar yükseldi ve bir an kalabalık havuzun etrafına doğru koşmaya başladı. Ezilme korkusu ile biraz tedirgin olmuştum, ancak bembeyaz giyinmiş yüzlerce insanın etrafa sıçratılan su ile ıslanmak için coşku içinde ilerliyor oluşu çok etkileyici bir ortamdı. Kalabalığın içinde yaşlılar ve küçük çocuklar da vardı.

Bu su ile ıslanmak yeniden vaftiz edilmeyi simgelediği için herkes kutsal suya ulaşmak istiyordu. Kucağında bebeği olan kadınlar, bebeklerinin kafasını bu su ile ıslatmaya çalışırken yaşlılar da aynı telaş içindeydi. Ben de kalabalık arasında havuzun başına doğru sürüklenip kutsal sudan nasiplendikten sonra bu kalabalığın arasından nasıl çıkacağımı düşünmeye başladım. Kapıdan çıkmak belki bir saat sürdü. Bu ritüel kutlamaların en önemli kısmıydı, ancak burada bitmemişti. Bundan sonra da insanlar her bir lahit sandığını kiliselere dans ederek, coşku içinde beraber geri taşıyacaklardı. Kapının dışındaki kalabalığın yürüdüğü tarafa doğru biz Lalibela’nın çevre köylerinden kilometrelerce yolu çoğunlukla yürüyerek kat eden Etiyopyalılar hafta içi kurulan pazara alışveriş için geliyorlar.
Genelde tarım ürünlerinin satıldığı pazarda tekstilden küçükbaş ve büyükbaş hayvana kadar her şeyi bulmak mümkün. de yürümeye başladık. Timkat kutlamaları gün boyu devam etti. Biz de kimi zaman dans eden gruplara eşlik ederek, kimi zaman ise kendinden geçmiş bir şekilde dua edenleri izleyerek günü geçirdik. Hıristiyanlığın en eski kutsal mekânlarından biri olan Habeşistan’da din sadece kiliseye gidildiğinde hatırlanan bir şeyin çok ötesinde, günlük hayatın önemli bir parçasıydı. Daha sonraki günlerde küçük bir köyde şans eseri katılma imkânı bulduğum bir ayinde bunu çok net olarak görmüştüm. Uzaktan gelen müzik sesini takip ettiğimde, kendimi küçücük eski taş bir kilisenin içinde bulmuştum. İçerisi oldukça kalabalıktı ve papaz önde bir şeyler okurken, insanlar ona eşlik ederek dans ediyorlardı. Dans ve şarkılarla eşlik edilen bu ayin bana göre Hıristiyanlığın Afrika kültürüyle birleşimini çok güzel anlatıyordu. Ayin bittiğinde papaz Amharik dilinde uzun bir konuşma yaptı. Ne dediğini anlamadığım halde, ben de diğerleri gibi hipnoz olmuş gibi dinliyordum.
Önümde oturan genç kadının giysileri yırtıktı ve kucağındaki bebeğe sımsıkı sarılmış, bir öne bir geriye sallanarak papazı dikkatle dinliyordu. Papazın konuşması bittiğinde insanlar soru sormaya başladılar. Başka genç bir kadın heyecanla söz almak istedi. Onu dinleyenler onaylarcasına kafalarını sallıyordu. Konuşmanın sonunda papazın yanındaki genç çocuk, elindeki sopanın ucuna bağlı torbayı tek tek sıralara doğru uzattı. Oturanların çoğu ceplerinden çıkardıkları bozuk paraları torbaya atmaya başladı. Önümde oturan, giysisi yırtık genç kadın da cebinden çıkardığı parayı torbaya attı. Geri dönerken burada dinin insanlar için ne ifade ettiğini düşünüyordum. Önümüzde oturan genç kadın, kucağında bebeğiyle yanımızdan geçti. Göz göze geldiğimizde gülümsedi. Ayin sonrası yüzündeki huzur bakışlarına yansımıştı.